Cephe neden düşer..? Silah azlığı, cephane azlığı, ordunun kalite seviyesi, yetersiz teçhizat, teknolojide gelişememe… Vesaire, vesaire…

 

Saya saya bitiremiyoruz değil mi? Peki, cephe bunlardan dolayı mı düşer? Elbette bunları yok sayacak değiliz, sayamayız. Zira dünya hayatındayız ve esbap perdesinin varlığı inkâr edilemez bir gerçektir. Bizim sorunumuz; biz dünyada yaşamıyoruz, dünyada sıkışıp kalıyoruz. Daha ötesine geçemiyoruz. O yüzden de “Mescid-i Aksa işgal altında.” denildiğinde direk nazarımızı yöneticilere, devlet başlarına, makam mevki sahiplerine yöneltiyor ve onları suçlamaya başlıyoruz. “Cephe neden düşer?” sorusunun cevabını merak ediyorsak önce dönüp nefislerimize bakmamız gerekiyor. Cephe düşerse günahlarımız sebebiyle düşmüştür. Neden mi? Gelin bu sorunun cevabını almak için tarihin derinliklerinden bir sayfa açalım. Uzaklara gidelim, Kadisiye’ye doğru…

 

Müslüman ordusunun başında Sad b. Ebi Vakkas radıyallahu anh var. İslam ordusu on bin kişi. İran ordusunun başında Rüstem var ve ordu yüz bin kişi. İran, o sırada dünyanın en güçlü imparatorluğu konumunda. İslam ordusunun yenilmesi için maddi sebepler oldukça fazla görünüyor. Düşman on kat fazla. Zırhlı, atlı ve iyi teçhizatlı. Rüstem bunu duyunca kibirlenip Müslümanlarla alay ediyor ama yine de ne cesaretle bu işe kalkıştıklarını merak edip bir adam görevlendiriyor.

 

“Sad’ın ordusuna gidip geceyi nasıl geçirdiklerine bak. Sonra gel benim ordumun geceyi nasıl geçirdiğine bak. Bana gelip gördüklerini anlat.” diyor. Müslümanların kalesine varan casus, surlardaki nöbetçilerin ezberden sabır ve cihat ayetleri okuduklarını görüyor. Kalenin içindeki askerlerin ise yarısı halkalar hâlinde oturmuş, ilim mütalaa ediyor; diğer yarısı teheccüt kılıyor. Sabah dünyanın süper gücü sayılan bir orduyla savaşacaklar. Teçhizat; ilim ve namaz…

 

Geriye dönüp Rüstem’in ordusunun içine girdiğinde askerlerin bir kısmının içki içip eğlendiğini, diğerlerinin de uyuduğunu görüyor. Bu durumu Rüstem’e anlattığında Rüstem elini dizine vurup (yenildik manasında) “Eyvah, Bağdat elimizden gitti!” diyor. Ve Kâdisiye, tarih sayfalarına İslam’ın büyük zaferlerinden biri olarak kaydediliyor.

 

Küfür dünyası savaşın nasıl kaybedildiğini çok iyi biliyor. Onun için de İslam dünyasını ya uyutmak ya da eğlenceye boğmak için canla başla çalışıyorlar. Çünkü zevkte boğulan bir beyin, düşünmeye fırsat bulamaz. Düşünmeyen bir beynin de azaları harekete geçiremez. Sad radıyallahu anhın ordusunun hâli, her mü’mine ince bir ders veriyor:

 

Savunduğunu iddia ettiğin davadan ne kadar haberdarsın?!

Hakkıyla bilmediğin, yaşamadığın bir davayı nasıl savunacak; niçin işgal edildiğini bilmediğin bir memleketi nasıl fethedeceksin?!

Bedenlerin tüm eylemleri kalbe düşen bir kıvılcım ile başlar. O kıvılcım da arayış sonucu kalbe düşer. Hakikati aramak, selameti, hidayeti, adaleti…

 

Kaçmayalım düşünmekten, kaçmayalım dünyada olan biteni tefekkür etmekten. Unutmayalım ki; her şey uyanık olmak ve bilmekle başlıyor.

 

Fatihler, Selahaddinler, Şeyh Şamiller bir kıvılcımla yetiştiler. Düşünerek, öğrenerek, dertlenerek, çabalayarak…

 

Sad radıyallahu anhın ordusu gibi bir nesil olmak gerek, öyle bir nesil yetiştirmek gerek. Neyi niçin yaptığını, yaşarsa niçin yaşadığını, ölecekse de niçin öldüğünü bilen. Kalabalıkların sürüklediği tarafa değil Kur’an-ı Kerim’in yönlendirdiği tarafa doğru ilerleyen nesil.

 

Düşünen bir nesil… Bilen ve bilmenin hakkını veren. Hiçbir ideolojinin, grubun, fikri akımın kölesi değil Kur’an-ı Kerim’in askeri olan şerefli bir nesil… O zaman girdiğimiz her savaştan galip olarak çıkarız. Dünyevi açıdan mağlup olsak bile. Çünkü ya gaziyizdir ya şehit. Ya izzete kavuşuruz ya rahmete… Çünkü Allah’la beraber olana mağlubiyet yoktur.

 

ElifElif Dergisi – Sizden Gelenler / Betül Çoban

Categories:

Comments are closed