09
İstiklal şairi, “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar.” diyor. Ümmet’in başsız biçareliğe mahkûm bırakılmış o günlerinde, “medeniyet” dediğimiz tek dişi kalmış canavardı. Çünkü İslam’dan gayrı ne varsa medeniyet diye onu gösteriyorlardı.

 
Lügatlerde geçen tanımıyla medeniyet; “bir ülke veya toplumun maddi ve manevi varlıklarının düşünce, sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin tamamını ifade eden kavram.” dır. Hiç şüphesiz medeniyet kavramının içini dolduran, ona hakiki anlamını veren, tarihin sayfalarında büyük methiyelerle anılan, insanlığa “Gerçek medeniyet nedir?” öğreten “İslam Medeniyeti”dir. Maddi olduğu kadar manevi anlamlar da taşır medeniyet. Bir toplumun her değeri, o toplumun medeniyetinden bir eserdir.

 
“İslam Medeniyeti; İslam dinini kabul etmiş milletlerin, bu dinin etkisi altında kalarak meydana getirdikleri medeniyettir. Bu medeniyet, Müslümanlığı kabul etmiş milletlerin tarihinde ayrı ayrı incelenemeyeceği gibi başlı başına bir medeniyet olarak da incelenemez. Çünkü bir İslam dini vardır, fakat bağımsız bir İslam Medeniyeti yoktur. Bu da İslam’ın bir milletin dini olmaması, bütün insanlığa göğüs açan bir din olmasındandır. Bu sebeple İslam Medeniyeti demek; Arap – Türk – İran medeniyetleri demektir.

 

Bilimde, şiirde, edebiyatta, mimarlıkta da durum böyledir. Yalnız hukukta kendine has özellikler taşır” . İslam hukuk konusunda hiçbir milletin hiçbir kültüründen etkilenmez çünkü hukuk Şeriattır.

 
İslam toplumlarından başka toplumlarda medeniyet, bir metadır. Toplumlar bir güç gösterisi olarak medeniyetlerini inşa etme gayretinde olmuşlardır. İslam Medeniyeti bu noktada ciddi bir fark gösterir ve medeniyetin en ufak parçasını bile “Hak rızası ve İslam imzası” ile oluşturur. Mesela; İslam toplumunda diğer medeniyetlerde olan heykeltıraşlık, bir sanat dalı olarak asla kabul edilmemiştir. Çünkü İslam’ın ruhunu aykırıdır .Fakat mimarlıkta insanlığın en mükemmel eserlerine imza atmışlardır.

 
“İslam” demek, insan demektir. İnsanlık kadar büyük ve köklü bir medeniyettir İslam. İnsanın olduğu her yerde İslam’ın eserini görmek mümkündür. Hatta canlının olduğu her yerde İslam Medeniyeti’nin muhteşemliği görülmektedir.

 
Osmanlı döneminde camiler insanları ağırlamak için en mükemmel şekilde inşa edilirken kubbelerin misafirleri olan kuşlar için de misafirhane unutulmamıştır. O kadar muhteşemdir ki İslam Medeniyeti’nde havadan suya, kuştan ağaca kadar her şey düşünülmüş; ona göre bir hayat tasarlanmıştır. Ne insana ne de hiçbir canlıya hürmetsiz iş yapılmamıştır. Mısır’ın piramitleri onu yapan işçilere mezar olurken Bursa’da Ulu Cami, rızası yoktur diye toprak sahibinin hakkına girilmeden yapılmıştır.

 
Hikâyesi ise şöyledir: “Yıldırım, Bursa’da Ulu Cami’yi yapmayı murat ettiğinde tam ortasına isabet eden mahalde bir hatunun evi olup satın alınmaya imkân bulunamamıştı. Çünkü kadın bir türlü evini satmıyordu. Daha sonra inşaat tamamlanınca birkaç yıl hatunun evi, caminin ortasında kaldı. Sonra hatun ölünce ev mirasçılarından satın alındı. Fakat vaktiyle kadının rızası olmadığı için padişah o kısmın ibadet yeri olmasını arzu etmeyip şadırvan yapmayı tercih etti. Diğer bazı rivayetlerde bu kadının gayri müslim bir kadın olduğu, Ermeni veya Yahudi olduğu için “Benim evimin olduğu yerde namaz kılınmasını istemiyorum.” diyerek direttiği ve evini vermek istemediği detaylarına da yer verilir.

 
Bu hikâyenin özü ise şudur; padişahın ya da yetkililerin güçleri yetecek olmasına rağmen kul hakkını çok önemsediklerinden “Kadının hakkına girmeyelim, evini gasp etmeyelim.” hassasiyetinde oluşlarıdır. Her menkıbenin bir mesaj taşıması gibi bu hikâye de ‘kul hakkına hassasiyet’ özünü taşır. Halkın zihin dünyasında zamanla ortaya çıkmış bir menkıbe dahi olsa bu tür menkıbelerin kadim tarihimizde mutlaka kökleri vardır. Yansımalarını takip ederek aslında bu tür hikâyelerin nasıl oluştuğuna dair fikir yürütebiliriz.”

 
Harflerinin bile bir medeniyet inceliği ile yazıldığı günlerden kaba, hoyrat, zorbalıkla tüm estetiğini yitirmiş; sözde medeniyet çağrıları yapılan zamanlara gelmiştir İslam toplumu. Kuşların bile medeniyetin bir parçası olduğu günlerden insanlarının cesetlerine dahi hürmet edilmeyen günleri yaşıyoruz.Müslümanların kendi hallerinde başsız kalmaları beraberinde bir sürü değerin de sahipsiz kalmasına sebep olmuştur.

 
Halifesiz Günler

 
İslam’ın en temel özelliği; tek elden yönetim sistemine sahip olmasıdır. Hilafet, İslam toplumunun ayakta durmasını sağlayan tek mercidir. Suyun ve gıdanın bulunmadığı yerde insan hayatının devamı düşünülemeyeceği gibi hilafetin olmadığı İslam toplumunda Müslümanca bir hayattan söz edilemez ve İslam Medeniyeti’nin ayakta kalması mümkün olamaz. Hilafete karşı başlatılan savaşta açıkça görülmektedir ki hedef; hilafet makamının temsil ettiği güçtür. Bu, hilafetin kaldırılmasının üzerinden bir asır geçtiği şu zamanda daha net görülmektedir. Hilafet topraklarında giyimden evlerin yapısına kadar her şey, bir medeniyet ve kültür unsuru iken bugün tüm kavramlar maalesef şuursuz ve başıboş bir alanda savrulan bir eşya gibidir. Hilafet olmayınca tek yerden Müslümanların yönetilmesi kalkmış, böylelikle hukuk artık başka ellere geçmiştir. İnsanların vicdanına hükmeden din anlayışı da geri kalınca herkes hevasına yahut dış güçlerin saldırısına içtenlikle teslim olmuştur.

 
Kalesi hilafet olan İslam toplumu, kalesi yıkılınca âdeta ortada çırılçıplak kalmıştır. Bu kale ilim, fikir, medeniyet, ümmet kalesidir. Hilafet kalkınca kültüre, medeniyete dair her unsur düşmanın tarumarına maruz kalmıştır. Artık tek ses, tek fikir olmak, kaleyi hep beraber korumak mümkün olmayacaktır. Müslümanlar artık Şeriatsız, sahipsiz, kendi şahsi dertleriyle baş başa kalmışlardır.

 

Müslüman coğrafyası planlı bir şekilde parçalara bölünmüş ve her biri Batılı bir devletin sömürgesi hâline getirilmiştir. Sömürgeci devletler, Müslümanların zenginliklerini sömürürken kendi kültürlerini de empoze edip Müslümanları kendi kimliğinden soyutlamışlardır. Bu sömürgenin toplumda oluşturduğu ahlaki çöküntü, birçok romanda konu edilmiş ve yaranın büyüklüğü gösterilmek istenmiştir. İş o hâle gelmiştir ki; şapka devrimi yüzünden başını veren İskilipli Atıf Efendi’nin yerini bugün Rasûlullah sallâlahu aleyhi vesellem’in hadis-i şeriflerinde buyurduğu gibi “ vehn “ e ( dünya sevgisi , ölümden korkmak) kapılmış Müslümanlar almıştır.

 
İslam toplumu; ümmet olma vasfı ve Hak rızası düsturuyla hep var olmuştur. Hilafetin kaldırılması aşamasında ilk yapılan zulümler gösteriyor ki bu savaş, İslam Medeniyeti’ne karşı yapılan bir savaştır. Halifesi olmayan Müslüman’ın fikri ve ilmi her anlamda geri kalması mutlaktır. Hilafet haince bir taarruzla kaldırılmıştır. Çünkü koruyanı kalmayan medeniyet, çökmeye mahkûmdur.

 

Hediye Şen / ElifElif “Medeniyet” Bahar Sayısı (2016-1437)

Elifelif İrt: (0212) 417 7775 – (0212) 418 32 54

Categories:

Comments are closed