Müslümanlar olarak büyük bir tembellik çukuruna yuvarlanmış bulunuyoruz. Kendinden bezmiş gençler ve kendinden geçmiş yaşlılar olarak dünyaya söyleyecek söz bulamıyor, bir kardeşimizin elinden tutamıyoruz. Dinin bize nasıl geldiğini unuttuk ne unuttuk, dinin bizden sonrasına nasıl intikal edeceğine dair projelerimiz yok. Böyle bir şeyi problem de görmüyoruz ne yazık ki. Kendimizce bulduğumuz bahanelerin arkasına sığınıyor, şeytanın bizimle oynamasına izin veriyoruz. Oysa birkaç ismi gözümüzün önüne getirsek onların öncesine ve sonrasına baksak çalışmamız için ‘Neyi Bekliyoruz?’ sorusunu kendimize soracağız. Ama şeytanın önümüze büyük büyük dağlar olarak koyduğunu zannettiğimiz engeller yüzünden kafamızı biraz geriye çevirip asıl bakmamız gereken yere bakamıyoruz.

 

MUHTEŞEM BİR İSİM: FİRAVUN’UN KARISI

 

Firavun deyince izaha muhtaç olmayan bir konuyu konuştuğumuzun farkındayım. Ama yine de şu Firavun’dan özetle bir bahsedelim.

 

– Yeryüzünde işlenebilecek en büyük cürmü işleyim ‘Ben buraların ilahıyım!’ dedi.

– İsrailoğulları’nı kendisine köle yaptı, ezdi, zulmetti.

– Her doğan erkek çocuğunu öldürdü. Senelerce beklemedi, ergenliğe ulaşsın demedi. Emzikli belki de anne sütü görmemiş çocukları öldürdü.

– İnsanları sihirbazları ile uyuttu.

– Allah’ın beş büyük Peygamberinden biri olan Musa aleyhisselamı öldürmeye çalıştı.

– Sarayında veya halkında iman edenleri ateşlerde yaktı. Yanışlarını izledi ama vicdanı dile gelmedi.

Peki ya karısı?

– Ben ilahım derken ona itiraz etmedi.

– Onun da İsrailoğulları’ndan kölesi vardı. Onları hizmetçi olarak o da görüyordu. O da kast sistemi ile insanları sınıflandırıyordu.

– Belki her doğan erkek çocuğunu öldürmedi ama çocukların çığlığına kulaklarını tıkadı.

– Senelerce bu zalim adamla aynı odayı, aynı yatağı, aynı sofrayı paylaştı.

Peki ya sonra?

– İman etti.

– İmanından dönmedi.

– Adını Kur’an-ı Kerim’e Âsiye olarak yazdırmadı belki ama Firavun’un karısı diye Tahrim Suresi ondan bahsetti.

– Peygamberin diliyle cennet kadınlarının efendisi oldu.

– Dört çiviyle yere çakıldı ama ‘’Firavun’un değil senin köşkünü tercih ediyorum Rabbim!’’ dedi.

 

Bir kadın. Önce kral karısı idi. Sonra o kralın dört çivi ile yere çaktığı bir mazlum. Önce zalimin zulmüne göz yuman biri sonra zalime hakkı haykıran bir mücahide idi. Adını Kur’an Firavun’la beraber anıyordu ama cennet onu bekliyordu. İmam hatip mezunu değildi. İlahiyat okumamıştı. Arapça değil İbranice konuşuyordu. Bir zalimle senelerce aynı yatağı paylaşmıştı. Tesettürlü değildi. Bir zamanlar müşrikti. İsmi Âsiye, kendi isyan edendi. Ama Allah’a değil Firavun’a isyan edendi. Saraylarda büyüdü. Lüks içinde yaşadı. Namaz kılmıyor, oruç tutmuyordu. İman etmeseydi yine böyle bir hayat sürebilirdi ama ismini biz duymazdık, adını anmazdık, onunla beraber cennette buluşmak için dua etmezdik.

 

Geçmişimiz bu kadın kadar karanlık değil bizim. Biz Müslüman doğduk. Müslüman bir beldede doğduk. Anne babamız Müslüman. Yanımızda bize ‘ben buraların ilahıyım’ diyen kimse yok. Çocukların ölümüne göz yummadık. Zalimle senelerce aynı yatağı paylaşmadık. Sağ kulağımız ezan, sol kulağımız kametler duydu. Beş vakit ezanların okunduğu topraklarda yaşıyoruz. Biz namaz kılıyoruz veya kılmak istiyoruz. Biz tesettürlüyüz.

 

Ama adımızı nereye yazdırdık? Bizi kim biliyor? Din için dört çiviye razı olan bu kadın gibi bizde dört çiviye razı mıyız? Dört çiviye değil hafta da dört sohbete razı mıyız? Görünürde önde olan özelliklerimize rağmen İslam için çalışmak adına neyi bekliyoruz? Musa aleyhisselam’ın sihirbazları yendiğini görmemiz mi gerekiyor çalışmamız için? Nil’in sularında Firavun’un boğulduğunu görmemiz mi gerekiyor?

 

MUHTEŞEM BİR İSİM: EBU CEHİL’İN OĞLU

 

Kim bu Ebu Cehil? Kim bu Ebu Cehil’in oğlu? Neydi, ne oldu? Kime ne yaptı?

 

– Babası bu Ümmet’in firavunu. Firavun son nefeslerinde ‘Musa’nın Rabbi’ne iman ettim’ demesine rağmen Ebu Cehil onu bile demedi.

– Kendisi de babası gibi Peygamber aleyhisselam’ı bir kaşık suda boğmanın hayallerini kuran biriydi.

– Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin karşısında yerini alıp O’na suikast düzenleyen biriydi.

– Mekke’nin fethinde ölüm emri çıkarılan üç beş kişiden biriydi.

– Putlara tapan müşrik oğlu müşrikti.

 

Peki ya sonra?

 

– Sonra Kur’an-ı Kerim’i eline aldığında ‘Bu Rabbimin kitabı’ deyip saatlerce ağlayan bir sahabe oldu.

– Bu olayın kahramanı bir şehit oldu.
Huzeyfe radıyallahu anh şöyle anlatıyor:
“Yermük Muharebesi’nde idi. Çarpışmanın şiddeti geçmiş, ok ve mızrak darbeleri ile yaralanan Müslümanlar, düştükleri sıcak kumların üzerinde can vermeye başlamışlardı. Bu arada ben de güçlükle kendimi toparlayarak amcamın oğlunu aramaya başladım. Son anlarını yaşayan yaralıların arasında biraz dolaştıktan sonra, nihayet aradığımı buldum:
“Su istiyor musun?”
Bir kan seli içinde yatan amcamın oğlu, göz işaretleri ile bile zor konuşabiliyordu. Daha evvel hazırladığım su kırbasını göstererek dedim ki:
– Su istiyor musun?

Belli ki, istiyordu. Çünkü dudakları hararetten âdeta kavrulmuştu. Göz işareti ile: “Çabuk, hâlimi görmüyor musun?” der gibi bana bakıyordu. Ben kırbanın ağzını açtım, suyu kendisine doğru uzatırken, biraz ötede yaralıların arasında İkrime radıyallahu anhın sesi duyuldu:
– Su! Su! Ne olur, bir tek damla olsun, su!

Amcamın oğlu Hâris, bu feryadı duyar duymaz, göz ve kaş işaretleriyle suyu hemen İkrime’ye götürmemi istedi.

Kızgın kumların üzerinde yatan şehitlerin aralarından koşa koşa, İkrime’ye yetiştim ve hemen kırbamı kendisine uzattım. İkrime, elini kırbaya uzatırken, İyas’ın iniltisi duyuldu:
– Ne olur bir damla su verin! Allah rızası için bir damla su!

Bu feryadı duyan İkrime, elini hemen geri çekerek suyu Iyas’a götürmemi işaret etti. Suyu o da içmedi.

Ben kırbayı alarak şehitlerin arasından dolaşa dolaşa, Iyas’a yetiştiğim zaman, son nefesini Kelime-i Şehâdet getirerek tamamladı. Derhal geri döndüm, koşa koşa İkrime’nin yanına geldim. Kırbayı uzatırken bir de ne göreyim? O da şehit olmuştu.

Evet, iyi derecede Arapça biliyordu ama imam hatip mezunu değildi. Kur’an’ın matbaalarda seri şekilde basımını görmedi. Bizim gibi elinde Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hadislerinin toplandığı kitaplar yoktu. Ama derin çukurlardan dağın zirvesine çıkmayı başardı. Adı Ebu Cehil’le yan yana anılsa da radıyallahu anh (Allah ondan razı olsun) diye sonlandı. Dinine hizmet etti. İslam ordusunun toparlanmasını sağladı. Suikast düzenlemek istediği peygamberin dini için şehit oldu.
Bu kadar olumsuz özelliğine rağmen bu kadar muhteşem bir ayrılık yapan bu adamlar gibi dinimize hizmet etmek için neyi bekliyoruz? Herkesin pişman olacağı o büyük gün gelmeden bu din için yapacak bir şeylerimiz yok mu yani? Söyleyecek iki çift sözümüz, verecek iki kuruşumuz, akıtacak iki damla yaşımız yok mu?

Neyi bekliyoruz? Cebrail aleyhisselamın vahiy getirmesini mi? Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi rüyada bize bu görev senindir demesini mi? Güneşin sıcağından terleyip terlerin boğazımıza geleceği o hesap gününü mü? Kalbimizin en derin noktalarına ait niyetlerimizin ortaya döküleceği günü mü bekliyoruz? Neyi, neyi, neyi?

 

ElifElif Dergisi – Sizden Gelenler / Fatih Sultan Semiz

Categories:

Comments are closed