SORU: Sabah kahvaltılarının vazgeçilmezi, sabah haberleridir bizde…

 

İnsanlara hayatın ne olduğuna dair, belki de daha çok ne olamadığına vurgusuydu bu… Ya ölüm, ya kaza, ya gözyaşı… Acının bir köşesinden tutunsun yeter ki, “haber değeri” taşımak istiyorsa şayet. Gerçi yadırgamamak lazım; kendi çevremizde de acı, değer taşımıyor mu? Mutluluğu o kadar küçümsüyoruz ki; sanki hiç mutlu olmamış, daha düne kadar gülen yüzler bizim değilmiş gibi davranıyoruz… Keşke acılarımızı da küçümsemeyi bilebilsek.

 

Televizyon, diyorduk. Evet, herkes gibi bizim evde de televizyona hürmet vardı. O konuşurken susmak lazımdı. Ondan yüksek sesle de konuşulmazdı. Onun dediği hep daha önemliydi(!).

 

Küçüklüğümden beri haber spikeri olmak istemişimdir, benim için haber spikerleri bir güçtü. Bu kadar acıyı nasıl tek bir gözyaşı dökmeden sunabiliyorlardı ki? Küçükken kendimi şehit haberi sunarken hıçkırıklar içinde kalmış hayal ederdim her defasında… Hatta bu acıya kendimi alıştırmak için annem evden gittiği vakit, yüzümü olabildiğince ağır bir makyaj ile süsler ve aynanın karşısına geçerdim. Bazen aynada kendimi izlerken düşüncelere dalardım; ben acıyı duymaya bile dayanamaz iken nasıl olurdu da acıyı evlere servis edeceğini bilen bu kadınlar; dimdik ve tek bir kelime dahi kekelemeden sunarlardı ki… Sordum, “diksiyon” dediler bu akıcı konuşmaya… Bana kalırsa gözyaşı, kalbin en iyi diksiyonuydu… Veyahut bir hıçkırık… Belli bir yaşa gelene kadar spikerlerin duygusuz olanının ekranlarda olabileceğine inanırdım. Bu yüzden kendime ağlamayı da yasaklamıştım.

 

Hatırlıyorum da ben bu düşüncelere dalarken o sarışın spikerin sesinin titrediğini duyunca hemen gözlerimi ekrana çevirdim. Kahvaltı sofrasında olduğumu dahi unutmuşum… Tanıdım ben bu ses tonunu. Evet, bu hüznün sesiydi. O kadının gözleri dolmuştu, biliyordum. Bakmak istedim ama sanki bunu gizlemek adına bütün spikerler belli bir görüş mesafesindeydi ekrana. Sonrasında ise buna sebep olan o habere dikkat kesildim. Mısırlı bir çocuk… “Anne ne olur uyan!” diyerek feryat ediyor.

 

Aklıma küçüklüğüm geldi. Küçüklüğümden beri hep “Sevdiklerim ölürse ben ne yaparım?” diye düşüncelere dalardım. Bazı geceler, bir gün ölecekleri gerçeğini aklıma getirip hıçkıra hıçkıra ağlardım. Çoğu zaman annem uyuyunca her çocuk gibi ben de odanın bir köşesine geçer onu izlerdim. Uzun süre hareketsiz kaldığında ise “Annee!”diyerek uyanana kadar bağırırdım. Tabii o kalktığında bana çok kızardı ama benim korkum gitmiş olurdu, gerisi de mühim değildi benim için. Onu uyandırdığıma üzülsem de gönlüm feraha ermiş olurdu. Bazen de kıyamazdım uyandırmaya, sessizce nefes alışını dinlerdim. Her çocuk gibi…

 

Belki bu haberdeki çocuk da “her çocuk” gibi “Anne!” diye defalarca bağırdı. Uyanmasını istedi. Ama olmadı…

 

Belki annesi de bunu istemişti…

 

Yalvara yalvara “Uyan!” dediyse de yine de uyanmadı…

 

Kızamadı annesi, çünkü o uzun bir uykudaydı.

 

Belki uykusu derindir, diye düşündü. Doğruydu, hiç uyanamayacak kadar derin bir uykuydu bu…

 

Ağlamayı denedi, çünkü biliyordu ki anneler gözyaşlarına dayanamazdı; yine de annesi uyanamadı…

 

Yanına gitmek, bizim gibi nefes alışını dinlemek istedi; bir ihtimal o zaman ikna olacaktı yaşamadığına. Ona da izin vermediler…

 

En sonunda elleriyle yüzünü tırmalıyordu… Çaresizlik, nefret, yalnızlık on parmağında on ayrı acı, hiçbiri bir diğerine eşit değil…

 

Parmaklıklar örüyordu elleriyle yüzüne…

 

O an sofrada çayımın yerine gözyaşlarımı yudumladım, yediğim ekmek arası yavan geldi bana. Sanki tat alma duyum ölmüş gibiydi. Acıya doyarak sofradan kalkmıştı o gün kalbim. Defalarca aynı haberi izledim bilgisayardan. Şu an Mısır’daydım. O çocuktum. Empati mi diyorlar şu duyguya? Hiç böylesine şahit olmamıştım. Empati eşe, dosta, etrafındakilere yapılır; biliyordum da… Nereden bilecektim Mısırlı çocuğun gözünden hayata bakmayı. Denedim. Çok ağır geldi.

 

Nereden bilebilirdim bu olayın benim için ilk, Müslümanlar için hep olduğunu…

 

Anladım ki insanlık;

 

Mısır zindanlarına esir düştü…
Filistin’de kefene sarıldı…
Arakan’da yakıldı…
Suriye’de bombalandı…

 

Bir delikanlı…15’indeydi daha… Haberler geçti, 1 ölü diye… Onun bir adı vardı hâlbuki, candı o… Birilerinin canıydı… Sayıya sıkıştırdılar onu… “Bir” dediğinde acımıyordu kimsenin canı…

 

Bir kız… Tesettüre girecekti belki yarın… Kefen ile örtündü o da…

 

Bir bebek… Anasının üşümesin diye ördüğü kazakları giyemeden, buz kesildi beşiğinde…

 

Toprak kan kırmızı, gök savaşın grisi… Maviyi de çalmış insanoğlu… Kuşların yerini savaş uçakları almış gökyüzünde…

 

Ah, bu insan olmak meselesi! Kimine göre bir lütuf, kimine göre imtihan…

 

Belli bir zamana kadar insanı hayvandan ayıranın akıl olduğuna inanırdım, yanılmışım… Kalpmiş bizi birbirimizden ayıran…

 

Merhamet kampanyaları düzenlenmeli diyeceğim lâkin onun da ”çakmasını” bulurlar her zaman… Çakma dediysem de anlayın işte; riyadır bir diğer adı…

 

Orijinalinden ayırt edilmez ablacım, “Herkes bunu kullanıyor!” dese alacak belki de kadın… “Gerçek merhamet çok pahalı; ucuzunu alırım, anlamazlar!” diyecek belki de birazdan…

 

Anlarlar efendim, anlarlar… Merhametin yükü ağırdır; üstte emanet durmaz, kalıbı olanda durur anca.

 

Kimse anlamasa da bir anlayan Rabb var.

 

Ah bu insan!

 

“Tam oldum!” dedikçe eksik kalan…

 

ElifElif Dergisi – Yazı Atölyesi / Sümeyye Kelle

Categories:

Comments are closed