Her şeyin bir zamanı vardır. Saatler hatta dakikalar bile bir şey için adım adım ayrılmıştır. İnsan zamanın gölgesi altında yaşar ve düz bir bakış açısından gözlemlersek ona hükmedemez. Acizdir insan, elinden gelmeyen onca iş vardır. Bu açıdan her şeyin hükümdarı gibi davranması bir aldatmacadır. Kendi nefesinin bile maliki değildir aslen. Dünya bir faydalanma yeridir, insan da bu fayda da en hak sahibi olarak yaratılmıştır. Ancak her şeye İslam nazariyesinden bakınca işler değişir.

 

İnsan İslam’la birleşip Müslüman olunca zamana da hükmeder, eşyaya da! Ancak yine de malik değildir. Ki mü’min kendini bilirse hiçbir şeyin de maliki olmak istemez. Peki, bu zamana hükmediş nasıl olur? Elbette saati durduramaz insan, dakikaları sıkıştırmaz ya da yetmiş saniye yapamaz. Ancak Allah’ın bereketine nail olur ve dar zamanlar genişler, geniş zamanlara çok iş sığar. Gün beşe bölünür. Müslüman için artık vakitler hak emir ile belirlidir. Gün istediği gibi ilerleyemez, işler ve ibadetler ile insan ona yön verir. Bu işleri Rabbi rızasında olursa hem dünyada hem de ahirette karşılığını görür.

 

Tüm bunların yanı sıra “tarihin tekerrür etmesi” diye de bir kavram vardır. Mesela; her gün ikindi vakti gelince ikindi namazı eda edilir. Bu bir tekerrürdür. Seher vakti uyanık olan bereketini alır, bu bir kanun ve tekerrürdür. Galibiyet ve mağlubiyet insanlar içinde döndürülür, bu da bir kanun ve tekerrürdür. Allah bunun nedenini Al-i İmran Suresi, 140. ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: “Eğer siz (Uhud’da) bir acıya uğradınızsa (Bedir’de de düşmanınız olan) o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz (zaferi bazen bir topluma bazen öteki topluma nasip ederiz.) Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şahitler edinsin. Allah zalimleri sevmez.” Bu tekerrürün de bir nedeni var. İmanı sağlam olanları ortaya çıkarıyor. İşte insan hayatı da toplumların hayatı gibidir. Bazen galibiyetler dönemi yaşanır, bazen mağlubiyetler dönemi gelir. Buna biz Mekke ve Medine Dönemi gibi naif bir ad da verebiliriz. Bu iki dönemin özelliklerine bakarsak; Mekke Dönemi imanın taze, yeni, inananların az ve gücün karşıda olduğu bir dönemdi. Ama İslam tarihinin en şerefli ve kıymetli zamanları da bu dönem idi. Allah o ilklere ve azlara çok kıymet vermişti. Medine Dönemi’ne bakar isek iman edenlerin çoğaldığını, gücün arttığını, bir hüküm sahibi olunduğunu görürüz. Bu dönemin kıymeti de başkaydı, insanların her yönden İslam adına çalışması ve İslam’ı daha da genişletmek adına çabalaması vardı. Bir bilinç ve düzen vardı. İşte toplumlar ve kişiler de bu dönemleri yaşar. Ama asıl mesele toplum ile birey hep aynı dönemi mi yaşar? Toplum Mekke’de iken sen Medine Dönemi’ni yaşıyorsun veya çevrende Medine Dönemi var ama sen kalben Mekke Dönemi’ndesin… Olur ya bazen, Allah bir çevreye ilim ve bereket vermiştir. Sen onların içine girersin ve kendini Mekke karanlığından yeni sıyrılırken bulursun. Ya da sen ilim alır öğrenirsin ama etrafın henüz cahiliyenin bataklığındadır. İçlerinde Mekke Dönemi sahabisi gibi kalırsın. Kimi zaman Bilal radıyallahu anh olur eziyet görürsün, kimi zaman Ebu Bekir radıyallahu anh olur koşturursun. Belki de mesele tam olarak buradadır. İçindeki yürüyüşün ile toplum yürüyüşü birbirini tutmayabilir. Ama bu yoldan vazgeçmek demek midir? Ya kendini ya da halkı zelil görmek midir? Elbette değildir.

 

Peki, bunun orta yolu nedir? Dengesi nasıl kurulur? Mü’min basiret sahibi olmalıdır. Her koşulda Ümmet için koşturan, insanlık için çabalayan konumda durmalıdır. Şu an ki toplumun Mekke cahilisyesinin de aşağısında olduğu apaçık görülmektedir. O hâlde bu dönemde insan az bilse de yaymakla görevlidir. Nitekim Ashab da böyle yapmıştı. Bir iman bilmişlerdi ve onu durmaksızın anlatmış, yaşamaya çalışmışlardı. Toplum nazarından bakınca kendimizi hep bu noktada görmeliyiz. Medine hayalleri kurmalı ama bunun yolunun Mekke’deki eziyet ve sıkıntılardan geçtiğini unutmamalıyız. İnsanların fikren hicret etmelerine vesile olmak için çırpınmalıyız. Çünkü Darû’l Erkam evladı olmak bunun gerektirir.

 

Kendi içsel yürüyüşümüze bakarsak; daima bitmeyecek bir ilmin, çalışmanın ve yorgunluğun içinde olacağımızı en başından bellemeliyiz. Ne kadar çok öğrenmiş olursak olalım muhakkak ki yolun devamı vardır. Kendimizi hep Mekke dönemi zorluğunda hissedersek daha sağlam ve dik durur, güç kaynağı edinebiliriz. Bazen yorulabiliriz, bazen yollar tıkanabilir. O zaman vahyin uzunca süre gelmediği fetret devrinden sonra Duha Suresi’nin ferahlığını hatırlamamız gerekir. İçten bir Duha ile Allah’ı hissetmek ve razı olmak gerekir. O an da ne yapıyorsak yılmadan, yıkılmadan bitirip yenisine başlayarak, İnşirah adımı atmış olmak ve güçlüğün yanındaki kolaylığa talip olduğumuzu fiilen göstermek gerekir.

 

Velhasıl, insan bu ya; bir düşer bir kalkar. Mühim olan düştüğünde umudunu, kalktığında kulluğunu unutmamasıdır!

 

ElifElif Dergisi – Yazı Atölyesi / Rabia Aktaş

Categories:

Comments are closed