Eskilerin deyimiyle “Ölmek istemediğin yerde bulunma.” diye bakarız. Peki, bu kaçmak mıdır? Hayır! O zaman yaşadığımız yerleri ölünecek yerler haline getirmeliyiz.
Yok olmaya yüz tutunca insanlık, aramaya başladı. Eksik kalanı, yitip gideni, üzerini kapadıklarını… Özledi, çok özledi hem de. Toprak kokusunu, baharın yağdırılan yağmuru, yeşili, insanı, kendini, toprak kokan özünü...
Kendi içsel yürüyüşümüze bakarsak; daima bitmeyecek bir ilmin, çalışmanın ve yorgunluğun içinde olacağımızı en başından bellemeliyiz. Ne kadar çok öğrenmiş olursak olalım muhakkak ki yolun devamı vardır.
En kötüsü de insanın umudunu israf edişidir ki umudu kaybolan gencin şeytan tarafından kandırılması neredeyse kaçınılmazdır. Çünkü umut; mü’mini ayakta tutan, ona gideceği yolda hız kazandıran büyük bir nimettir...
Nefsimiz bizi dibe çekmeye çalışırken ‘SABIR!’ diyecek birini beklersek kaybettik demektir.Biz kendimizi unuttuğumuzda bizi kendimize kim getirir ki?
İnsan bir işarete muhtaçtı. Mücadele etmek zorunda olduğu yer, tanımlanması güç olan bir yerdi çünkü. Kim bilir kaç yolcuya kucak açmış, çok geçmeden de onu bir metre toprağın altında bırakıp gitmişti dünya.